YAZAR NOTU: BU YAZI BAŞTAN AŞAĞI SPOILER İÇERMEKTEDİR. FİLMİ İZLEMEDİYSENİZ BENCE OKUMAYIN.
Filmin hikayesi üzerine düşünceler
Cem Tümdağ – Kuru Otlar Üstüne, Erzurum’un bir köyünde öğretmenlik yapan Samet’in okuldaki bir yılını anlatıyor. Tayin olmadan önceki görevinin son senesindeki Samet, okul dışı zamanlarda köyde kafasının denk olduğu insanlarla vakit geçiriyor. İçten içe hissettiği yalnızlığını başka bir dünyada asla bir araya gelmeyeceği insanlarla vakit geçirerek kırmaya çalışıyor. Büyükbaş hayvan veterineri ve babasını jandarmanın kaçırıp öldürdüğü Kürt genci ile viski şarap içmece, yörenin askeri amiri/komutanı ile PlayStation oynamaca gibi.
Okulda ise öğretmenlerle kurduğu tepeden bakışı, “ben zaten sizden değilim, aydınım, ilk fırsatta da İstanbul’a kaçacağım” türünde bir ilişki var. O zaten bir “öteki”, ve diğerleriyle hiç samimileşmeye bir fırsat tanımıyor. Bu ilişki öğrencileriyle aynı, “kız öğrenciler” hariç. Samet’in Sevim adlı öğrencisiyle kurduğu ilişki masum göründüğü kadar da problematik. Ergen kız öğrenciye gizlice alınan hediyeler, ilişki bozulduğunda sınıftaki tüm öğrencilere hakaretler etmesi Samet’in bitse de gitsek tipi öğretmenliğinin korkunç yüzünü de ortaya çıkarıyor.
Filmde, Nuri Bilge Ceylan ve senaryoda ona eşlik eden Ebru Ceylan ve Akın Aksu’nun Türk halkı ve birbirleri arasındaki sohbetlerle kurdukları güç ilişkileri üzerine Ceylan’ın pek çok filminde olduğu gibi nefis örnekler var. Bu sohbetlerin en iyileri Cannes Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü kazanan Merve Dizdar’ın canlandırdığı Nuray karakterinin içinde olduğu sohbetlerde gerçekleşiyor. Cesur, dobra, Gar saldırısında kaybettiği bacağıyla hayatı farklı bir yöne seyretmiş, kendiyle barışık olduğu kadar coğrafyasıyla barışık, elinden geldiğince bir şeyler vermeye çalışan bir İngilizce öğretmeni. Onu Samet ve Kenan’la kurduğu diyaloglar üzerinden tanıyoruz filmde kara mizahtan uzaklaşılıp ciddi konulara davet edildiğimiz sahneler genelde Nuraylı felsefi diyaloglarla gerçekleşiyor. Karakterlerin kendilerini ve karşılarındakileri sorgularcasına sohbet etmeleri yönetmenin zaten alameti farikası.
Tuhaf, tuhaf, çok tuhaf…
Filmde tatmin olmadığım, ağzımda garip bir tat bırakan tuhaf şeyler var. Örneğin ilk öğretmenler odası sahnesinde öğretmenlerle kurulan pasif agresif diyalog, veterinerdeki gerginleşen sohbette masaya silahın çıkması, Samet’in uykusunda duyduğu çatışma sesleri, hayatın terörün gölgesinde çatışmalardan etkilenmeyen olağan akışı. Ayrıca filmde dağa çıkmadan bahsediliyor, Alevilikten bahsediliyor, Türkiye’nin bitmeyen üzerine pek de söylenecek aslında bir şey kalmamış, hiç kimsenin bir çözüm üzerine irade göstermediği, kendi durdukları “çok kutsal” noktalarından uzlaşma yönünde bir milim bile ilerlemediği problemleri.
Filmde bunların hiçbirine derinlemesine girilmiyor. Sanki yönetmen bize bu ülkede bunların hikayesini anlatınca olay çok başka yerlere gidecekmiş gibi. Yönetmenin derdi toplumu anlamak ya da anlatmak değil, insan bu toplumda ne yapıyor, nasıl hareket ediyor, nasıl şekilleniyor onu bize göstermeye çalışıyor. Bence filmin yüzeyselliği de biraz burada ortaya çıkıyor.
Bu filmde yapılan hiçbir şeyin, atılan hiçbir adımın, söylenen hiçbir sözün bir neticesi bir ehemmiyeti yok. Ne masaya silah koyan veterinerin, ne taciz soruşturmasını başlatan adımları atan kadın öğretmenlerin, ne soruşturmanın, ne Samet’in Kenan’ın yaşamaya çalıştığı ilişkiyi altüst etmeye çalışmasının, ne Samet’in Nuray’a duyguları ya da Kenan’a bir şey söylememesi konusunda yalan söylemesi, ne Sevim’i gaslightlamaya çalışmasının. Hiçbir şey baş karakterimiz Samet’in hayatında bir sonuca (consequence manasında) yol açmıyor. Bu coğrafyada yapılan tüm iyilikler ve kötülükler hiçbir sonuç doğurmaksızın tekrar tekrar yeniden yapılıyor. Hayatın akışı da bizim bütün aksiyonlarımızdan hiçbir şekilde etkilenmiyor. Zaten yönetmen de aşk sahnesinin ortasında bizi evden çıkarıp setin içine atarak “burada sorun falan çözmüyoruz, bir hikaye anlatıyoruz, çok da takılmayın mevzuya” yabancılaştırmasını da yapıyor.
Bu yabancılaştırma da aslında çok tuhaf. Samet’in çektiği portreler var örneğin yaklaşık 15-20 tane görüyoruz, Nuri Bilge Ceylan’ın geniş sade sinemaskop portreleri bize Anadolu’ya ait gerçek bir şeyler anlattığını gösteriyor. (Bu portre çekme mevzusu bu ara sinemada çok görülüyor, genelde insan hikayesini daha bir gerçekçi kılmak için kullanılıyor. Aklıma gelen örnekler Ethan Hawke’ın oynadığı The Good Lord Bird dizisi ve Srebrenica katliamını anlatan Boşnak yönetmen Jasmila Zbanic’in filmi Quo Vadis, Aida?) Ondan sonra çıkıp da bizi karakterin viagra içme sahnesiyle setin dışına çıkarıp “filmdir bu olur öyle şeyler demesi” o gerçekliği baltalıyor. Sonrasında film hiç o yabancılaştırma yapılmamış gibi akıyor devam ediyor. Tuhaf.
Keşke karların eridiği kısımları görmeseydik
Filmin afişi bir bahar sahnesini tasvir ediyor. Oysa ki filmin neredeyse tamamı, karlar altında geçiyor. O bakımdan afiş bayağı bir yanıltıcı. Filmin de üzerine inşa edildiği otları birer fikir olarak kabul edersek, o otların tamamı kar altında kalmış. Şöyle ki:
Nuray karakteri filmdeki en ahlaklı, zeki ve dobra karakter. Samet’in üçlü buluşma planlamasından Kenan’a hiçbir şey söylemediğini, Samet’in onunla yaşadığı ilişkiyi Kenan’a söyleme demesine söylediğini hemen anlıyor. Kenan’a senin arkadaşlığına ihanet mi ettim, kafandaki namuslu kadın imajına zarar mı verdim diyerek bizim coğrafyamızda kadına biçilen role karşı olan duruşunu da güçlü bir şekilde sergiliyor. Tamam, kabul, ancak bütün bu ahlakçılık çerçevesinde çizilen portrede Samet’in bile isteye kendisinin ilişki yaşasınlar diye tanıştırdığı Kenan’la Nuray’ı bölmeye çalıştığı kesin. Daha sonrasında direkt olarak Kenan’ı yaralamak için Nuray’la yattığı da kesin. Bütün bunlardan sonra filmin finalinde üçünün nasıl hala birlikte gezmeye çıktıkları hatta birlikte fotoğraf çekinmeleri bana fazla çarpık ve hiçbir şey yaşanmamış gibi tasvir edilen bir ilişki gibi geldi. Hatta Nuray’ın tüm film boyunca sergilediği duruşu da fazlasıyla sorgulattı, hatta yönetmenin dördüncü duvarı kırmasıyla bence demeye çalıştığı “filmdir bu, söylenen her repliği çok da ciddiye almayın” mevzusu aklıma geldikçe Nuray’ın her konuşmasını yeniden düşününce gülesim geldi.
Filmin finalindeki artık yaz aylarının geldiği ve Samet’in voiceover’ı sırasında Sevim (ve arkadaşıyla) kartopu oynayarak kendisinde eksik gördüğü ve Sevim üzerinden neleri tamamlamaya çalıştığını anlattığı sahneler bence yine çok tuhaftı, hatta problemliydi. Anadolu coğrafyasında şöyle böyle yaparlar diye bütün film boyunca ima edilenlerden sonra bu kartopu sahnesinin aslında bir rüya olduğunu anlıyoruz, galiba. Samet gerçekten çok kötü bir insan, narsist, manipülatör, kıskanç, insanlara zarar verip safa yatıyor, film boyunca bir tane faydalı hareketini görmüyoruz. Yaptığı her şey yanına kâr kalıyor, yaşadığı hiçbir şeyden de bir ders çıkarmıyor, hayatında ve çevresinde hiç kimse de bu yaşanan olaylardan etkilenmiyor. Böyle bir hikaye yani.
Ustaca kotarılmış ama aceleye gelmiş bir hikaye olduğunu düşünüyorum Kuru Otlar Üstüne’nin. Senaryo ve dramaturji aşamasında üzerinde daha fazla durulması gereken bir proje olmuş. Yine de tüm bunlar Türkiye’nin en üst düzeyde temsil edilen bir yapımının ortaya çıktığı gerçeğini değiştirmiyor. Avrupa sinemasının en azından büyük ödüller seviyesinde farklı anlatım tarzlarına kapalı olduğunu düşünmeye başladım. Bu filmde de gördüğümüz tarzda hikaye anlatıcılığı artık kendini çok fazla tekrar eden bir vaziyette. Kuru Otlar Üstüne’de bunu kırmak için pek çok teknik uygulansa da elde edilen sonuç tatmin edici değil.