Büşra Yazıyor: Konser, daha başlamadan başlamıştı bile.
Pink Floyd’la göz göze geldik önce. Dire Straits usulca kulağımıza fısıldadı. Neil Young bir köşeye ilişti, sessizce. Müziğin bizi hazırladığı o ilk dakikalarda zaman biraz esnedi. Ya da biz biraz uzaklaştık her şeyden.
Sonra sahneye Alan Parsons Project çıktı. Bir zamanlar Pink Floyd’un karanlık tarafını kaydeden o adam, şimdi bizimle aynı anda aynı yerdeydi. Tek başına da değildi.
Gitar anlattı, synth içini çekti, davul hafifçe başını salladı. Piyano nevi şahsına münhasır bir şekilde her şeyi yoluna soktu. Saksafon duyguyla dokundu; vurmalılar ise tüm bu düzenin nabzı oldu.
Müzik, esasen bir tür olsa da benim için bir geçit. Ve o geçit, bu gece hepimizi gelecek ile geçmiş arasında bir salıncağa götürdü. Manzaramıza kendimiz karar verdik.
“Eye in the Sky” çaldığında gözümüz değil, ruhumuz yukarıya bakıyordu.
“Prime Time”da, hayatın tam ortasındaki kırılganlıkla karşılaştık.
“I Wouldn’t Want to Be Like You” başladığında içimizden biri başını çevirdi belki, ama ayakta kalmayı başardı. “Games People Play”de o tanıdık yüzsüzlüğe hep birlikte başımızı salladık.
Ve sonra Old and Wise… O saksafon solosu başladığında hepimiz bir şeyi ilk ve son kez dinliyormuş gibi sustuk. Keşke o anı dondurabilsem de ara ara tekrar çıkarıp baştan hissetsem.
Ve evet… “Some Other Time”ı çalmadılar.
Bu sebeple kalbimin bir parçası eksik.
Ama her şeyin tam olamayacağını bu hayat bize çoktan öğretmedi mi?
Eve dönerken kendime açtım şarkıyı. Bu geceyi onurlandırmak için değil sadece; eksik kalan şeyin aslında ne kadar tamamlayıcı olduğunu hatırlamak için.
Belki bugün degil ama
Some other place
Somewhere
Some other time