Bir röportajdan ortaya çıkan film: Fatma’dan Sonra 40 Yıl

1979 yılında Suha Arın’ın çektiği ve Türk belgesel sinemacılığının mihenk taşlarından birisi olan ‘Tahtacı Fatma’ filmi aradan geçen 44 yılın ardından yeniden gündeme geldi. Yönetmenliğini Sezer Ağgez’in yaptığı “Fatma’dan Sonra 40 Yıl” filmi 42. İstanbul Film Festivali kapsamında seyirciyle buluştu. Sezer Ağgez de Muhabbir’den Selçuk Bulut’un sorularını yanıtladı.

fatmadan sonra 40 yıl

Kişisel bir soruyla başlamak istiyorum. Genç bir belgeselci olarak Suha Arın sizin için ve Türkiye’nin belgesel yönetmenliği tarihi için ne ifade ediyor?

Suha hocanın öncelikle Türk belgeselciliği açısından nasıl bir yerde olduğunu belirtmek daha doğru olacaktır. Arın’ın Türkiye’nin belgesel film endüstrisine hediye ettiği en önemli şeylerin başında sinema eğitiminde ortaya koyduğu yöntem ve tekniklerinin geldiğini söyleyebilirim. Bu soruya en iyi cevabı verecek kişiler her ne kadar onun öğrencileri olsa da o öğrencilerle görüşmüş ve dışardan bakan biri olarak Suha Arın’ın “üretim içinde eğitim” yaklaşımının pek çok bireyin mesleklerini ve ilgi alanlarını seçmesini kolaylaştırdığını görüyorum. Arın, setinde genç insanlarla çalışan ve onlara güvenen bir yönetmendi. Özellikle 1983 yapımı Kula’da Üç Gün filminde yaklaşık 40 öğrenciyle çalıştığını biliyorum. Buraya kadar alışık olduğumuz bir tabloyla karşı karşıya kalsak da Arın’ın asıl farklılaştığı nokta ise öğrencilerini çalıştırma biçimi olduğunu söylemek gerek. Arın öğrencileri rotasyonla çalıştırarak her öğrencinin olabildiğince farklı alanlarda film yapımcılığını deneyimlemesini sağlamış. Örneğin Arın’ın öğrencilerinden biri ve benim hocam Turhan Yavuz film kariyerine yapımcılık alanında çalışarak başlamış ancak setteki rotasyonun ardından görüntü ekibine geçince bu alanda ilerlemeye karar vermiş. Bu da Arın’ın yönteminin bir şekilde başarıya ulaştığının bir kanıtı olabilir bence. Ve tabii şunu da eklemek gerekiyor; Arın’ın tedrisatından geçip belgesel sinema yolculuğuna başlayan insanlar bugünün endüstrisinin inşa edilmesinde de önemli rol oynamışlardır. Bu anlamda Suha Arın Ekolü, Türkiye’de belgesel sinemanın her köşesinde izi bulunan önemli bir ekoldür. Bugün akademide de, sinemada da, televizyonda da Suha Arın’ın öğrencileriyle karşılaşabiliyoruz.

Suha Arın benim içinse birtakım duygusal dönemleri ifade ediyor açıkçası. Yüksek lisans tezimin de Arın’ın belgesel film dünyası üzerine kurulu olduğunu düşünürsek uzunca bir süre onu anlamak ve araştırmakla zaman geçirdiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Filmde de tezde de araştırma önemli bildiğiniz üzere. Bu sebeple onunla gittikçe yakınlaşıyor ve bir belgeselcinin film yapmak için çektiği çileyi yakından gözlemleyebiliyorsunuz. Kendisine büyük saygı duyuyorum. Film yapmayı bırakın yaşamanın zor olduğu bir dönemde krizlere, darbelere ve diğer sosyokültürel problemlere rağmen 60’ın üstünde film yapmayı başarmış bir yönetmenden söz ediyoruz. Her türlü saygıyı hak ettiğini düşünüyorum ancak toplum ve sinema topluluğu olarak bu saygıyı göstermek konusunda maalesef biraz geride olduğumuzu görüyorum.

Kahramanımız Fatma’nın hikâyesine geçmeden önce; belgesel çok emek isteyen ama o emeğin tam karşılığını alamayan bir alan olarak anlatılır. Bu konu hakkındaki bakış açınızı merak ediyorum…

Aslında bazı şeylerin yanıtını vermiş oldum ancak bu ne yazık ki doğru bir ifade. Herkesin yaptığı şeyden beklentisi olur bu çok doğal ancak belgesel sinemacıların azami düzeyde beklentileri bile karşılanamıyor günümüzde. Biraz sert konuşmak gerekirse özellikle sinema sektöründe büyük bir tür faşizmi ile karşı karşıyayız. Türkiye’deki pek çok festivale konuk olmuş biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki kurmaca filmler yanında bir zorunluluk gibi gözüküyor belgesel filmler. Özellikle kısa film festivallerinde ciddi bir adaletsizlik mevcut ki bu genç sinemacıların motivasyonunu koruması açısından son derece büyük bir problem açıkçası. Kurmaca filmlerin tanıtımları devamlı yayınlanırken, hakkında eleştiriler yorumlar yazılırken, seansları güzel yerlere ve saatlere özenle koyulurken belgesel filmlerin adından bile söz edilmiyor. Belgesel filmcilere sanki bir sosyal sorumluluk projesiymiş gibi yaklaşılıyor ki bu en kırıcı olanı açıkçası. Burada gerçekçi olmak gerekirse sinema endüstrisi bütün bileşenleriyle büyük bir yanılgı içinde bence. Festivaller de izleyici de üstüne düşeni yapmıyor, yapmak istemiyor.

fatmadan-sonra-40-yıl-2

Uzmanlardan yararlanan bir isim

Türkiye’nin doğa ve tarihi pek çok güzelliği bulunuyor. Bunların gelecek nesillere aktarma konusunda hepimize düşen görevler var. Suha Arın sizce belgeleme konusunda ve sanat üretimini bir potada eritme noktasında nerede duruyor?

Suha Arın Sineması’nın en önemli özelliği ilgi çeken bir yapım ya da önemli bir film olması dışında çeşitli sebeplerle sosyal bilimlerin her alanında kendine yer bulabilmesidir. Arın’ın filmleri bugün dünyanın en önemli kütüphanelerinden en büyük üniversitelerine pek çok akademik mecrada kendine yer edinmiş filmlerdir. Bu da aslında Arın’ın film yapımcılığı ilkeleriyle oluşmuş bir durumdur açıkçası. Nedir bunlar? En başta filmlerinde uzmanlardan yararlanmayı seven biridir Arın. Dönemin bilim insanlarıyla ve meslek profesyonelleriyle arası çok iyidir ve onları film için bir masada toplayabilecek otoriteye de entelektüelliğe de sahiptir. Öte yandan kaynakları da oldukça önemser ve sinematografik yapıyı bozmayacak düzeyde kullanmaya önem gösterir. Arın’ın okumayı, araştırmayı ve önce yazınsal anlamda çalışmayı seven bir yönetmen olduğunu düşünüyorum bu açıdan. Arşivine baktığımızda bunu kanıtlayacak pek çok elementle karşı karşıya kalıyoruz. Bu ilkeyle yaptığı filmler pek çok kentin tanınırlığına ve göz önünde olması sebebiyle kentsel yapısının korunmasına yardımcı olmuştur. Bunun en önemli örneği Safranbolu’da Zaman filmidir. 1976 yapımı bu film tek kanallı dönemde pek çok yayınlanmış ve oldukça beğeni toplamıştır. Bugün korumacılık açısından marka kentlerimizden biri olan Safranbolu’nun o dönem yitip giden yapısına duygusal bir sitemde bulunan film, uzun vadede bir koruma kültürünün başlamasına vesile olmuş ve kent 1990’lı yıllarda UNESCO tarafından koruma altına alınmıştır. Kültürel miras bu açıdan Suha Arın Sineması için vazgeçilmez bir pınardır ve Arın o pınarın suyundan beslenmekle kalmamış; o pınarı yaşatmak için çaba göstermiştir.

Yenilik ve teknoloji Türk sinemasında, Batı’ya nazaran daha geç gelişiyor ancak Suha Arın aldığı eğitimi burada iyi kullanan bir isim. Neleri değiştirdi hem belgeselcilikte hem sinemada?

Eğitim açısından biraz cevaplamış bulundum tabii ama Arın’ın teknolojiye bakış açısı da yeniliğe ne kadar yatkın bir yönetmen olduğu konusunda önemli cevaplar barındırıyor. Gördüğüm kadarıyla sinema topluluğunun Suha Arın Sineması hakkında yaptığı yorumlardan biri kusursuzu arayan bir yönetmen olduğu yönünde. Bu kusursuzluk arayışı aslında kendisinin eğitim geçmişiyle de ilgili. Sinema eğitimini Amerika’da almış ve oradaki teknolojiyi görmüş. Çalışma biçimlerini deneyimlemiş. Dolayısıyla geldiğinde burada da aynı düzeni kurmak istiyor. Bu sebeple ekipmanlar konusunda cömert davranmış ve hatta ülkede 35mm film kıtlığı yaşandığı bir dönemde Kodak distribütörlüğü yapmış. Bu çok cesurca bir hamle ki ilerleyen dönemde ekonomik açıdan başarısızlıkla da sonuçlanıyor gibi görünüyor. Öte yandan o dönem Hollywood sinemasının kullandığı Mitchell marka kamerayı da bizzat Amerika’dan getirtip işlerinde kullanıyor. Bu gibi sebepler onun vizyoncu yönünü oldukça öne çıkarıyor bence.

Yola kendi üslubumuzla yeni bir ürün ortaya koyma hedefiyle çıktık

Yavaş yavaş Tahtacı Fatma’nın hikâyesine geçelim. Her şeyden önce sizde yarattığı hissiyatı ve bir nevi devamını çekmeye giden süreci öğrenebilir miyiz? Bir parantez de anlatım konusuna açmak istiyorum. Nasıl bir anlatım tercih ettiniz?

Tabii öncelikle şunu belirtmekte yarar var; her fırsatta söylediğim gibi ne biz Tahtacı Fatma’yı tekrar çekebiliriz ne de benim yeni Arın olmak gibi bir hayalim var. Tahtacı Fatma belgesel sinemamız için kutsal ve devrimci bir filmdir. Dolayısıyla biz yola bir devam filmi yapmak için değil, kendi üslubumuzla yeni bir ürün ortaya koyma hedefiyle çıktık. Tabii bu zor bir iş her yönüyle. Maddi zorluklarını bir kenara koyuyorum, manevi açıdan da ulaşılması çok zor bir hedefti benim için. Arın’ın belgesel sinemamıza hediye ettiği öğrencileri, bizim ustamız olan pek çok insanın rızasını, katılımını görmemiz gereken bir iş öncelikle. Biz Suha Arın Ekolü temsilcilerinin içinde olduğu ve bunu katkıyı gönülleri rahat bir şekilde sergiledikleri bir ürün ortaya koymaya çalıştık. Çünkü bu miras onlara ait ve hayattalar; bizleri izleyecek, ortaya koyduğumuz ürünü bir süzgeçten geçirecek ve miraslarına karşı nasıl davrandığımızı elbette değerlendirecekler. Herkesi memnun etmek imkânsız ama bizlere verdikleri desteğe bakınca oldukça gururlandığım bir sonuçla karşılaştığımı söyleyebilirim. Görüştüğümüz herkes bir belgesel efsanesiydi ve bizim bugünün yapım pratikleriyle ortaya koyduğumuz ürünü koşulsuzca desteklediler. Elbette beğenilen ya da beğenilmeyen yönleri olabilir neticede bu öznel bir ürün, bizim ekipçe bu konu hakkındaki naratif düşüncemizi temsil ediyor ancak bir noktada “ellerinden geleni yaptılar” demelerini çok isterim. Takdir ustalarımızın bu noktada.

Film yolculuğumuz benim yüksek lisans tez dönemimde karşılaştığım bir röportajla başladı. 2017 yılında karşılaştığım bu röportaj Suha Arın ve Nesli Çölgeçen ile 1999 yılında yapılmış. Tahtacı Fatma konulu bu söyleşide Arın’a Tahtacıların bugünkü halini soruluyor. Arın da bir süre mektuplaştıklarını sonra iletişimlerinin koptuğunu, ancak hayatlarını çok merak ettiğini ve imkânı olsa ‘Tahtacı Fatma 2’yi yapmayı çok istediğini söylüyor. Ancak bu ne yazık ki kendisine kısmet olamıyor. Bu röportajdan çok etkilendim ve ‘neden olmasın’ diye kendime sordum. Ardından kendi başıma çalışmaya başladım. İlerleyen dönemde yapımcım Turan Kubulay, ardından yardımcı yönetmenimiz Selinay Güneş ekibe eklendi ve bir anda gelişen bir projenin ve büyüyen bir ekibin içinde buldum kendimi. Beşinci yılda çalışmamızı tamamlayabildik ve izleyiciye sunduk. Ama şunun altını kesinlikle çizmeliyim ki hayatımda çalıştığım en iyi ekiple bu işi yaptım. Zaten bireysel anlamda kendini ispatlamış, harika bir şekilde kariyerlerini sürdüren insanlarla bir arada bu işi yaptık. Herkes projeye çok bağlı, sabırlı ve kendinden vermeye oldukça hevesliydi. Bir yönetmen daha ne ister ki?

Anlatım meselesine geçince biraz epizodik bir yapı kurma hedefimiz olduğunu söyleyebilirim ki bu filme de belirgin bir biçimde yansıdı. Belgesel filmin yapısal unsurlar sebebiyle kimi zaman seyir deneyiminin üstünde ekstra bir dikkatle takip edilmesi gereken yapımlar ortaya çıkardığını görüyoruz. Hele ki bizimki gibi uzun metraj yapımlarda olası bir kopukluk özdeşleşmeyi doğrudan etkileyen bir duruma hızlıca dönüşebiliyor. Bu sebeple belirlediğimiz bölümlerle ilgiyi korumaya ve hikâyeyi o kapılardan geçtikçe zihinlerde belirginleştiren bir biçime dönüştürmeye çalıştık. Açık olmak gerekirse masada planladığımıza çok ama çok yakın bir film ortaya koyduğumuzu düşünüyorum ki bu açıdan filmi başarılı bulduğumu da ifade etmeliyim. Estetik başarı hakkındaki yorumları seyirciye bırakıyorum ancak biz hedeflerimize büyük ölçüde ulaştık doğrusu.

tahtacı fatma

Hayatı, yaşamayı ve yaşamı anlamlandırmayı bilen insanlar

Geçen 40 yılın ardından Toroslara gittiğinizde belgeseldeki ortamı baz alacaksak neler değişmiş?

Tabii en büyük değişiklik artık o yörede Tahtacılık faaliyetlerinin bitmiş olması. Bu kimsenin şaşırmayacağı bir gerçeklik olabilir ancak 44 yılda gerçekleşen, yani bir anda olup bitmeyen geniş bir zamanda ve dramatik bir şekilde sonlanan bir yaşam tarzından söz ediyoruz. Yıllar boyu iyileşmeyen koşullar insanların önce dağlardan dağlara göçmeyi bırakmasına ardından yerleşik hayata tutunabilme maksadıyla kentlere yerleşmesine vesile olmuş. Bu da topluluklarını, geleneklerini ve yaşam tarzlarını radikal bir şekilde zorlayan bir gelişme gibi görünüyor.

Öte yandan değişmeyenler de var. Oradaki insanlar hala oldukça eğitimli; hayatı, yaşamayı ve yaşamı anlamlandırmayı bilen insanlar. Tabii bunu köylerinde yaşamayı tercih edenler adına söylüyorum, göçenlerle bir yakınlığımız olamadı doğal olarak. Öte yandan hala verme kültürü üzerine kurulu yaşamları. Biz şehirliler alma kültürü üzerine kuruyoruz karakterlerimizi; şehirlerde insanların bir komün olarak yaşaması ve önce eşini, dostunu, yanındakini düşünmesi çok zor. Tutunmak için savaşmak zorunda kalıyoruz ve topluma, geleneklere saygılı bir yaşam sürdürebilmekten öte hayatta kalmak için mücadele ediyoruz. Bu sebeple çoğu zaman önce kendimizi düşünüyoruz. Onlar hala önce karşısındakini düşünen insanlar ki bunu gördüğümüze çok sevindik.

Fatma, elbette belgeselin ana eksenini oluşturuyor. Ancak bölge halkı da belgeselin birer parçası. Çekimler sırasında reaksiyonları nasıldı? Örneğin Suha Arın’ı hatırlayan var mıydı?

Tabii şimdiye dek hep kendi tarafımızdan konuşup ekibi, filmin gerçekleşmesine vesile olan ustalarımızı saydım ancak tabii ki Akçaenişlilerin desteği olmasa bu filmin yapılması imkânsız olurdu. Beş yıllık proje süresi içinde defalarca köye gittik ve oradaki insanlarla ahbap olduk gerçeği söylemek gerekirse. Bize her zaman çok sıcak ve içten davrandılar. Özel zamanlarını, hanelerini, karakterlerini, yemeklerini kısacası her şeylerini bizim için seferber ettiler. Kimi zaman işlerini güçlerini bırakıp bizim işimize kanalize oldular. Kısacası bizi başka bir şehirde, köyde gibi hissettirmediler hiçbir zaman. Her zaman destek oldular ve yolumuzu açtılar. Biz de yapabildiğimiz kadarıyla Suha hocanın 40 küsür yıl önce hedeflediği gibi seslerine ses olmaya çalıştık.

Köyde görüştüğümüz insanlar arasından yaşı yeten herkes ekibi hatırlıyor. Zaten uzunca bir müddet ekiple köylüler aynı obada çadırlarda kalmışlar. O dönem gündüz dağda çekim yapıp gece şehre otele gelmek pek mümkün olmadığından ekip dağda çalışan Tahtacılar gibi çadırlarda yaşamış. Dolayısıyla birbirlerinin sorunlarına çözüm üreten, birbirlerini tanıyan ve değer veren bir topluluk haline dönüşmüşler kısa sürede. İnsanlar çok berrak bir şekilde ekibi ve yaşadıklarını hatırlıyor bu yüzden.

Yerel kültürün ve yaşantının korunması konusunda gözlemleriniz neler oldu? Modernite ve kant hayatının alışkanlıkları Toroslara ne denli sirayet etmiş?

Hayatın alışkanlıklarından biraz söz ettik ancak tabii kültürün korunması böyle erozyonun had safhada olduğu bir dönemde bir hayli zor. Tabii yıpranmalar oluyor ancak günümüzde Elmalı Belediyesi’nin de destekleriyle birtakım etkinlikler yaparak kendi tabirleriyle “obalılıklarını” unutmadıklarını söylüyorlar. Yaz aylarında Tahtacılar belediyenin de desteğiyle kesim yaptıkları yaylada birtakım etkinlikler yapıyorlar. Hatta geçmiş dönemlerdeki etkinliklerde Tahtacı Fatma filmini tekrar gösterip Fatma ablamıza bir plaket takdim etmişler. Biz de bu sene kısmet olursa gidip filmimizi göstermek ve kültürlerini yaşatmaya çalıştıkları bu etkinliklerin bizzat parçası olmak istiyoruz.

Bugün çekim yaptığımız Akçaeniş köyündeki -genellikle yaşlılardan oluşan- Tahtacıları saymazsak çoğunun yeni bir yol çizmek maksadıyla şehir merkezindeki “fırsatlarla dolu” yaşamı seçtiğini, belki de seçmek zorunda olduğunu görüyoruz. Az önce de belirttiğim gibi şehir yaşamı zor. Bu da onları zorlu bir mücadeleyle baş başa bırakıyor. Ama yine de net bir kopuştan söz edemem. Toplumuyla, belediyesiyle ciddi bir mücadele içinde olduklarını net bir şekilde söyleyebilirim.

fatmadan-sonra-40-yıl festival

İstanbul Film Festivali benim çocukluk hayalimdi

Belgesel 42. İstanbul Film Festivali’nde prömiyerini yapacak. Hissiyatınızı öğrenebilir miyiz? Ek olarak belgesele seyircilerden gelen ilgi nasıl?

Samimi bir itirafta bulunmak gerekirse İstanbul Film Festivali benim çocukluk hayalimdi. Bu sebeple benim için oldukça duygusal bir süreç. Öte yandan ekip arkadaşlarımızın çoğu burada yaşıyor. Bu sebeple İstanbul galamız en çok ekip üyesinin katıldığı gala oldu. Bir salonumuzda aynı gün bütün koltukları tükettik ki bu bir belgeselci için gerçekten ulaşılması zor ve bir o kadar harika bir his. Bunlara şahit olduğum ve bu güzel ekiple bunu paylaşabildiğim için çok ama çok mutluyum.

Tepkiler ise bizler için inanılmaz. İnsanların bu denli reaksiyon göstereceğini açıkçası hiç tahmin etmezdim. Tabii bir yere kadar doğal ancak hem ağlatan hem de güldüren bir film olduğunu, bu denli dokunaklı bir yerde konumladığını görmek bizleri çok motive etti. Gerçekçi olmak gerekirse sinema kariyerim açısından hayatımın en güzel günlerini geçiriyorum. Öte yandan seçkinin de bu sene oldukça başarılı olduğunu söylemem gerekir. İstanbul’daki belgesel film seyircileri bence bu sene çok şanslılar.

Belgeselin bundan sonraki yolculuğunda hangi festival veya gösterimler olacak?

Önümüzdeki ay İşçi Filmleri Festivali kapsamında İstanbul’da bir gösterimimiz daha var. Ayrıca yine Mayıs başında 3. Dijital Detaylar Kültür Sanat Belgeselleri Festivali kapsamında online gösterim ardından ekipçe katılacağımız ve yapım sürecini konuşmayı hedefleyeceğimiz bir söyleşimiz olacak. Yine yaza doğru İzmir, Ankara ve tekrar İstanbul’da gerçekleşecek programlarımız var ancak detayları şekilleniyor. Yurtdışı programımız ise yaza doğru netleşecek ancak uluslararası prömiyerini Quebec, Kanada’da düzenlenecek 20. Uluslararası FIFEQ Etnografik Film Festivali’nde gerçekleştirecek. Gösterim ile ilgili güncel durumu sosyal medya hesabımızdan güncelliyoruz ilgilisine takip etmesini öneriyorum.

Farkındayım; henüz her şey çok taze. Fakat bundan sonrası için hazırlığını yaptığınız bir proje var mı?

Gerçekten henüz her şey çok taze. Belgesel sinema benim gerçekten sadece tutkuyla bağlı olduğum bir alan ve bu sebeple günlük hayatta dahi pek çok kelime bulutu kafamda dolanıyor. Üretmeyi, sürdürmeyi çok istiyorum ancak birtakım şartların olgunlaşması belgesel sinemanın tek işim olmaması sebebiyle bir hayli zaman alabiliyor. Mesleğim ve devam eden eğitimim süresince planladığım bazı şeyler her zaman var ancak bu dönem portrelere ilgi duyduğumu ve bu alanda bir şeyler yapmaya yakın olduğumu düşünüyorum. Bu anlamda çektiğim, planladığım bazı çalışmalarım var ama olgunlaşmasını tamamlayıp filme dönüşecek mi bunu zaman gösterecek.

Çok teşekkürler

Ben teşekkür ederim.