Oppenheimer film incelemesi

2023 yılının belki de en çok konuşulacak filmi olan Nolan’ın ‘Oppenheimer’ filmi 21 Temmuz’da vizyona girdi. Sinema kurdumuz Cem Tümdağ da ‘Oppenheimer’a, sinemanın ilk seansına bilet alıp gitti. Dönüşte de ‘Oppenheimer’ı Muhabbir için değerlendirdi.

DİKKAT YOĞUN MİKTARDA SPOILER İÇERİR

Cem Tümdağ – Christopher Nolan’ın epeydir beklenilen “Atom Bombası’nın Babası” J. Robert Oppenheimer’ın biyografisini anlatan Oppenheimer filmi 21 Temmuz’da vizyona girdi. 3 saatlik gösterim süresine (Nolan’ın kişisel rekoru) sahip olan film, ABD’nin 2. Dünya Savaşı sırasında Oppenheimer önderliğinde yürütülen Manhattan Projesi’nde atom bombasının nasıl geliştirildiğiyle birlikte savaş öncesi ve sonrası dönemde Oppenheimer’ın hayatını anlatıyor. 

Yüzbinlerce insanın ölümüne yol açacak, dünyayı değiştirecek bir silah nasıl bir motivasyonla yaratılır? İnsanoğlu 1945’ten beri nükleer silahlar ile ilgili pek çok soru sordu, birkaç kez de yok olmanın eşiğinden döndü. Türümüzün milyarlarcası için bombalar ateşlendiği anda ya da ateşlenmesine giden olası bir süreçte yapabilecekleri hiçbir şey yok. Oysa ki bu filmde gördüğümüz herkes, milyarlarca insan arasından insanlığın kolektif yolculuğunda kendilerinden sonranın asla eskisi gibi olmamasına imza attılar. Bu azınlığın lideri de J. Robert Oppenheimer. 

*** Bu kısımdan sonrası filmle ilgili spoiler içeriyor. Filmi izlemeden okumamanız tavsiye edilir. ***

Nolan’ın anlatım dili ve tekniği üzerine notlar

Oppenheimer filmi, 2005 yılında yayınlanan ‘American Prometheus’ isimli biyografik kitaptan yönetmen Christopher Nolan’ın kendisi tarafından uyarlanmış. Prometheus’un ateşi tanrılardan çaldıktan sonraki cezalandırma sürecine atıf yapan bir açılış sahnesinden sonra, film artık Nolanesk diyebileceğimiz tarihte sıkça ileri ve geri gittiğimiz bir anlatıya sahip. Nolan, objektif olarak anlattığı sahnelerin (IMAX kameralarla ilk kez çekilen) siyah beyaz, sübjektif kurguyla yorumladığı sahneleri renkli olarak seyrettiğimiz bir kurgu ile bizi karşılıyor (fiction ile editing kelimelerinin Türkçedeki en net karşılıklarının kurgu olması ne tuhaf) 

Renkli akan timeline’ın açılış kartı “1. Fission”, yani Türkçesiyle Fisyon, atom çekirdeğinin parçalanarak daha küçük çekirdeklere bölünmesi olayı ve Hiroşima/Nagazaki gibi küçük büyüklükteki şehirleri dümdüz etmeye yarayacak nükleer gücü ortaya çıkaran bilimsel tepkime. Siyah beyaz sekansın ile açılış kartı “2. Fusion”, yani Türkçe karşılığı Füzyon, küçük atom parçacıklarını birleştirip daha büyük bir enerji açığa çıkarma olayı ve dolayısıyla fisyon yöntemiyle üretilen bir bomba yerine filmde Süper Bomba da adı verilen devasa bölgeleri yok etme gücüne sahip olan bir bomba üretimi. Fisyon ve Füzyon arasındaki bölünme, filmdeki hem etik hem de kişisel çatışmaları da yansıtan bir metafora dönüşüyor. 

Filmin tamamı bir gerginliği inşa etme ve seyirciyi bunun içinde tutmaya yönelik. Bombanın patlayacağını, Japonya’da yüzbinlerin öleceğini elbette biliyoruz. Ancak bazen her gün bildiğimiz gerçekler nasıl bir dehşet halinin içinde yaşadığımıza bizi yabancılaştırabiliyor. Türkiye’de yüzlerce fay hattının üzerinde yaşayıp her an 7 büyüklüğünde bir deprem olacağını bilmemiz ama bunun endişesini taşımadan günlük yaşamlarımıza bir ritm kaybetmeden devam etmemiz gibi. Los Alamos sahnelerine kadarki filmin ilk üçte birlik bölümü nispeten ağır bir tempoda ilerliyor. Bu sahneler filmin ikinci yarısındaki önce bombanın inşasına daha sonrasında bombanın testine seyirciyi hazırlıyor. Final bölümünde ise Oppenheimer’ın yargılanması ile Japonya’nın bombalanmasının ardından yaşanan yüksek gerginlik ile başbaşa kalıyoruz ve yeni dünyanın dehşet verici nükleer çağı üzerimize bir kabus gibi çöküyor. 

Nolan’ın bence en büyük başarısı anlattığı hikayeleri kurgularken ritmi çok iyi ayarlaması ve bu tempoyu kontrol şekli. Hatta bence buna çok fazla odaklandığı için pek çok filminin finalleri solgun kalıyor. Filmin sekans ritmi olduğu kadar genel ritmleri o kadar başarılı bir şekilde yüksek tutuluyor ki finalde daha fazla üstüne koyacak bir vuruculuğu kalmıyor, finaller genellikle sakin, hafif çözülmeler ve gerginliğin ortadan kalkmasından oluşuyor. Dramatik son yazmayınca Oscar vermezler adama. Belki de bu yüzden şanssızdı bu zamana kadar, kim bilir? 

Oppenheimer film incelemesi

Filmde tarihleri takip etmek zaman zaman zorlaşıyor (bir Nolan filminde hiç de olmaz aslında, tuhaf), çoğunlukla kronolojik bir anlatımı görüyoruz; ancak, 1954 yılında gerçekleşen Oppenheimer’ın kamuoyundaki imajını zedeleme amacı taşıyan duruşma ile 42-45 yılları arasında Manhattan Projesi’nin Los Alamos’ta icra edilen bomba üretim süreci filmin sıklıkla gidip geldiğimiz ana duraklarını oluşturuyor. Öte yandan Lewis Strauss, Oppenheimer’a Princeton’daki direktörlük görevini 1947’de sunuyor, final bölümündeki Lewis Strauss’un bakan seçilememe sahneleri ise 1958’e ait. 

Oppenheimer filminin detayları ve arka planı

Filmin detaylarına geçersek, Oppenheimer’ın intikam güdüsünün ilk işareti, onu sınıfta küçük düşüren hocasının elmasına zehir enjekte etmesidir. Ancak daha sonra pişman olup elmayı çöpe atması, onun bu duyguyla çatışmalı bir karakter olduğunu da gösterir. Bombayı kendi dini ve ırkından insanları yok eden Nazilere karşı geliştiriyor Oppenheimer, diğer Yahudi bilim insanlarını da aynı tezle ikna ediyor. 

Bombanın inşa sürecinin son aşamasında Hitler intihar ediyor ve Almanya teslim oluyor. Bilim insanları Hitler’in intiharından sonra bir atom bombasına ihtiyaç kalıp kalmadığını sorguluyorlar. Oppenheimer’ın da doğrudan intikam alacağı bir düşman kalmamış durumda, ancak bu aşamada siyaset devreye giriyor. Dünyada dengelerin yeniden kurulduğu bir dönemde başta Sovyetler olmak üzere tüm dünyaya bir gözdağı vermek istiyor Amerikalılar. Ve Japonların adaları kaybettikten sonra anakarada belinin tamamen kırılması için 2 bomba atılıyor. İntikam, hayatta kalma, kibir, hırs ve bilim dünyasının sınırlarını zorlama hevesiyle çıkılan bu yolda Oppenheimer’a, atom bombasının geliştirilmesinden ve kullanılmasından dolayı derin ve büyük bir pişmanlık geride kalır. Ancak onun çalışmaları, dünya tarihinin akışını değiştirmiştir bir kere.

Oppenheimer filminde ne düşmanı, ne de bombanın öldürdüklerini görmüyoruz. Tüm hikaye bir savaş üzerinden şekilleniyor ancak biz savaşın en gerideki cephesindeyiz. Filmde gördüğümüz Oppenheimer’a zarar verenler, ABD sınırlarının içinde; hatta en yakınında, onunla birlikte çalışanlar, onunla sevişenler, işbirliği yapanlar. Oppenheimer bu insanları bir şekilde alt etse de onu asıl yıkan, ölümüne yol açtığı yüzbinlerce hiç görmediği insan ve icadının gelecekte daha kaç milyon insanı yok etmek için kullanılabilecek olması. 

Efektlere geldiğimizde dünya tarihindeki ilk atom bombasının patlama sahnesine şahit olduğumuz bir filmde hiçbir CGI (bilgisayarla üretilmiş görüntü) kullanılmadığını Nolan’ın söylemesi de bence oldukça ilginç bir detay. Yapay zeka ile üretilmiş sanal görüntülerle dolu bir 2023 dünyasında, tamamen gerçek görüntülerle üretilmiş bir sinema deneyimi açıkçası gerekiyormuş. 

Oppenheimer seks sahnesi

Oppenheimer filmi oyuncuları ilgili notlar

Yıldızlar geçidi bir oyuncu kadrosu hikayeyi canlandırıyor. Nolan filmlerinde sıkça (bu 6. işbirlikleriymiş) gördüğümüz Cillian Murphy ilk kez başrolde, overacting yapmadan gereksiz dramatizasyonlarla filmi sulandırmadan hem işinde hem özel hayatında sayısız çatışma içinde olan bir karakterin portresini sahneye taşıyor. Matt Damon, Oppenheimer ile işbirliği içinde olduğu projenin askeri sorumlusu Leslie Groves’u canlandırırken, Emily Blunt en az Oppenheimer kadar kişisel problemleri olan eşi Kitty’i canlandırıyor. Kenneth Branagh da (kendi yönetmediği filmlerde genelde olduğu gibi) gayet küçük bir rolde oldukça verimli. Gary Oldman’ın canlandırdığı Başkan Truman performansı ise kısa ama acımasızlığıyla oldukça ürkütücüydü. 

Filmin ilginç bir yanı da, Nolan filmlerinde bugüne kadar pek rastlamadığımız bir çıplaklık içeren Oppenheimer’ın sevgilisi Jean Tatlock’u canlandıran Florence Pugh ile Cillian Murphy arasındaki seks sahnesini perdeye yansıtması. Genellikle çıplaklığı perdeye yansıtmamayı tercih eden Nolan, Oppenheimer’ın zayıflıklarını ve zaaflarını (literally) tüm çıplaklığıyla anlatıyor. 

Filmdeki tek plot twist’in sahibi ise Robert Downey Jr., Oppenheimer’ın en büyük rakibi olan Lewis Strauss’u canlandırıyor. RDJ, final sekansındaki hafif overactingli monoloğu ile filmin en dramatik sahnesini ortaya koyuyor. Filmde anlatılan hikayenin dramatik açıdan zirvesine ulaştığı bu sahneyi başrolden almamamız önemli, çünkü böyle bir sahnede Cillian Murphy’i kullanmak onun sakin karakteri üzerinden seyirciyle kurduğu çatışmalı ilişkiyi manasız bir noktaya getirebilirdi. Rami Malek de Dr. Hill rolüyle çok kilit bir sahneye imza atıyor. Oyuncularla ilgili son olarak da Tom Conti’nin canlandırdığı Albert Einstein’ın bembeyaz saçlarıyla dikkati üstüne çekip içinde olduğu her sahneyi ister istemez çaldığının altı mutlaka çizilmeli. 

Oppenheimer soundtrack/film müziği notları

Lüdwig Göransson’un müziklerinde tekrar eden bir tema göremedim. Film müziğinin ana ya da bir duygusal temasının sıkça tekrar ettiği bir cümlesi yok. Bu da yönetmenin seyirciye duygusal ya da tekrar eden bir diğer melodiyle kaçış imkanı sunarak rahatlamasının önüne geçiyor. Bu büyük olasılıkla bilinçli bir tercih ancak Nolan bu filmde Hans Zimmer ile çalışsa, Hans böyle bir yaklaşım izler miydi emin değilim. (Hans, Tenet esnasında Dune 1 ile meşguldu, bu filmin yapım sürecinde de Dune 2’nin müziklerini yapıyordu. İlerde Nolan kimin müziklerini kullanacak açıkçası çok merak ediyorum.) 

Göransson, kendi usulünce keman ve çellolarla başladığı pek çok besteyi tonlarını kaybeden klavye notalarıyla tamamlamış. Müzik, sahnelerin taşıyıcısı olmanın ötesinde arka planda yönetmenin ritmine yönelik bir eşlikçi olarak var olacak şekilde yaratılmış. Göransson’da Zimmer etkisi görmeyi beklerken özellikle bu filmde Jonny Greenwood etkisi gördüğümü sanıyorum (belki de film görsel olarak da özellikle çöl sahnelerinde There Will Be Blood ve The Power of the Dog anımsatmaları yaptığı için, bilemedim şimdi)

Lüdwig Göransson nedir ne yaparı soundtrack’in sondan bir önceki parçası “Destroyer Of Worlds” fazlasıyla gösteriyor. Hafif melodik bir giriş, yoğun ekolu notalar üzerinde gezintiler, üzerine kemanla birleşen cümleler, finalde crescendo’yu veren yüksek synthesizer’lar. Eski ile yeninin, klasik ile elektroniğin bir füzyonu… 

Ve Final…

Sonuç olarak, Oppenheimer filmini çok beğendim, fırsat olursa IMAX’te tekrar, fırsat olmazsa evde defalarca tekrar tekrar izleyeceğimi biliyorum, her Nolan filmine uyguladığım tarifeyi buna da uygulayacağım ve tekrar izlemelerde kimbilir hangi küçük detayları yakalayacağımı düşünerek heyecanlanıyorum. 

Nolan’ın en başarılı filmi mi, kime göre neye göre, buna çok fazla bir cevap veremeyiz, ancak her filmi gibi bana ilk gösterimden çıktıktan sonra bolca soru sordurdu. Ama sanırım ilk kez içinde yaşadığımız dünya, güç ilişkileri ve devasa bilimsel güçlere karşı ne kadar güçsüz olduğumuzu hissettirme üzerine sorularla ilk kez başbaşa kaldım. Sırf bu düşünce tetikleyici yapısından ötürü bile herkese tavsiye ederim. 

Daha 2023’ün bitmesine çok zaman var, ama gönül rahatlığıyla şu ana kadar izlediklerim içerisinde bu yılın en iyi filmi diyebilirim.