Osmanlı İstanbul’unun en zengin belgelenen yılları

İstanbul’un çok fazla konuşulmayan ancak çok fazla belgeye sahip olunan işgal günleri anlatan ‘Meşgul Şehir’ sergisi 11 Ocak 2023’te Suna ve İnan Kıraç Vakfı İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nde açıldı. ‘Meşgul Şehir’ serginin küratörleri Daniel-Joseph MacArthur-Seal ve Gizem Tongo, Muhabbir için İhsan Dindar’ın sorularını yanıtladı.

meşgul istanbul1
İngilizce, Fransızca, Yunanca ve Osmanlı Türkçesiyle yazılan “Motorlu Taşıtlar için Hız Sınırı” tabelası. Arka planda Huber Köşkü görülüyor, 1919.

İhsan Dindar – 2023, hem Cumhuriyet’in kuruluşu hem de İstanbul’daki işgalin sona erişin 100. yıldönümü. Bu özel tarihte ses getiren bir sergiye imza atıyorsunuz. Bu bağlamda serginin araştırma ve hazırlık süreci nasıl geçti? Önünüzde sizi bekleyen binlerce bilgi ve belge var mıydı? Yoksa tam tersi, kısıtlı imkânlar mı söz konusuydu?

Daniel-Joseph MacArthur-Seal: İkimiz de uzun bir zamandır İstanbul’un savaş ve işgal yılları üzerine akademik çalışmalar yapıyoruz ve bir süredir bu konuya dair bir sergi organize etmeyi hayal ediyorduk. İtilaf devletlerinin şehre girişi (13 Kasım 1918), İstanbul’un resmi işgali (16 Mart 1920) ve tahliyesinin (2 Ekim 1923) 100. yıldönümü, bu önemli ve yegâne dönemi anmaya fırsat sundu. İşgalcilerin ve nüfusun çeşitliliği nedeniyle, 1918-1923 yılları arası, Osmanlı İstanbul’unun en zengin belgelenen yıllarıdır. Hem İngiliz, Fransız ve İtalyan işgalci kuvvetleri, hem de onların müttefiki olan Beyaz Rusya, Yunanistan ve Balkan ülkeleri, bir de Bolşevik ve Ankara hükûmetleri şehirdeki olaylarla ve gelişmelerle yakından ilgileniyordu. Her birinin çoğu zaman şehirdeki tek bir olaya dair hazırladığı raporlar ve incelemeler bulunuyor. Bu kadar farklı kaynak varken, sergilenecek objelerin ve belgelerin bulunması zor değildi ama bunların seçilmesi ve bir araya getirilmesi için büyük bir çaba gerekti.

Gizem Tongo: Daniel’ın bahsettiği gibi, ikimiz de uzun zamandır Osmanlı’nın son on yılına dair, sosyal, siyasi ve kültür tarihi alanlarında akademik araştırmalar yapıyoruz. Daniel’ın yakın zamanda yayımlanan kitabı Britain’s Levantine Empire, 1914-1923 (Oxford University Press, 2021), İstanbul şehrinin savaş ve işgal sırasındaki durumunu, Selanik ve İskenderiye şehirleri ile karşılaştırmalı olarak okumuş, özellikle bu önemli Doğu Akdeniz kentlerinde Britanya’nın askeri yönetimine odaklanmıştı. İstanbul şehri özelinde, akademik araştırmalarımızı bir sergiye dönüştürme fikri birkaç zamandır aklımızdaydı. İstanbul Araştırmaları Enstitüsü (İAE) bize bir sergi fikriyle geldiği zaman oldukça heyecanlandık. İAE’nin geliştirdiği, Suna ve İnan Kıraç Vakfı Fotoğraf Koleksiyonu’nda İstanbul’un işgal yıllarına ait oldukça zengin bir görsel arşiv bulunuyor. Sergimiz, İAE’nin kendi malzemesi dışında, Türkiye, Fransa, Birleşik Krallık, Yunanistan, Ermenistan, Amerika, Rusya ve daha başka ülkelerden bir araya getirilmiş ve çoğu ilk defa sergilenen çok çeşitli görsel ve işitsel malzemeden oluşuyor. Daniel’ın da vurguladığı gibi, bu malzemelerin çeşitliliği ve çokluğu içinde, sergilenecek olanları seçmek meşakkatli bir süreçti.

meşgul şehir2

Serginin ismi çok tartışıldı. Kullanmayı tercih ettiğiniz “meşgul” kelimesi biraz kafaları karıştırmış durumda. Bu tartışma hakkında ne söylemek istersiniz? İsim konusunda böyle bir itiraz bekliyor muydunuz?

Daniel: “Meşgul” ve “işgal” sözcükleri aynı Arapça kökten geliyor. Son Osmanlı döneminde “meşgul”, işgal edilmiş anlamında kullanılıyordu. Örneğin Birinci Dünya Savaşı’nda Rusya’ya kaybedilen Doğu Anadolu bölgesi “memalik-i meşgule” olarak adlandırıldı. İngilizcede ise “occupied” iki anlama geliyor: hem işgal edilmiş hem de bir işle meşgul olmak demek. İstanbul bu dönemde işgal edildi ama sergide göstermek istediğimiz gibi işgal, şehrin ve sakinlerinin hayatını durdurmadı. Şehrin işgalinin her alanda şiddetli bir etkisi vardı, fakat İstanbullular hayatta kalmak, direnmek ve arada eğlenmek ile de meşguldüler. Düşündürücü bir başlık seçtiğimizin farkındaydık. Tartışılacağına emindik ama bu kadar çeşitli ve bazen yersiz tepkiler geleceğini beklemiyorduk.

Gizem: Ben açıkçası başlığımızın ilginç ve verimli bir diyaloğa olanak tanıdığı için çok memnunum. Genel olarak, Osmanlıcaya hâkim olan tarihçilerin çoğu tarafından oldukça beğenildiğini söyleyebiliriz bu kelime oyunlu başlığımızın. Mehmet Kentel’in çok akıllıca önerdiği başlığımıza, sergimizdeki her ayrıntı gibi, kolektif olarak, özenle ve detaylı düşünülerek karar verildi. Ayrıca, “meşgul” kelimesinin etimolojik kökenine veya o dönemin belgelerinde rastladığımız işgal edilmiş bölgeleri tanımlarken kullanılan “arazi-i meşgule”, “vilayet-i meşgule” kavramlarına herkesin aşina olmasını elbette beklemiyoruz; bu nedenle sergimizin başlığı “İşgal İstanbul’u” ibaresini de içeriyor.  “Meşgul” sözcüğü, İstanbul’un işgal yıllarını, sadece askeri ve politik boyutta değil, gündelik olana ve sıradan insanların meşguliyetlerine de odaklanarak okuyan sergimiz için oldukça uygun ve isabetli bir seçim.

1918-1923 yılları arası süren işgale dair tartışılan konulardan biri de konu hakkında yapılan araştırmaların azlığı. Son yıllarda durum biraz değişse de uzun bir süre Türkiye’de bu konu hakkında Nur Bilge Criss dışında çalışma neredeyse yoktu. Bunun sizce sosyal ve psikolojik nedenleri var mı?

Gizem: İstanbul’un işgal yıllarına dair 1990’larda yayımlanan iki önemli çalışma var: Stefanos Yerasimos’un Kaybolup Giden Bir Dünyanın Başkenti adlı derlemesi ve sizin de bahsettiğiniz Nur Bilge Criss’in İşgal Altında İstanbul: 1918–1923 adlı kitabı. Bu iki değerli çalışmaya kadar, İstanbul’un 1918 ve 1923 yılları arasındaki tarihi, üzerine pek de konuşulmayan bir konu. Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren, Birinci Dünya Savaşı’nı takip eden yılların tarihi Kurtuluş Savaşı ve Anadolu odaklı yazıldı. Ana sahne Ankara, İstanbul ise Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ifadesiyle “sahnenin dışında”. Cumhuriyet’in resmi tarih anlatısında, Osmanlı tarihinin sadece belirli dönemleri ve kişileri (Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman gibi), “Türk tarihinin” bir mirası olarak kabul görüyor, geç Osmanlı dönemi ve sultanları ise bu mirasın genellikle dışına itiliyor. Örneğin, 1933 yılında yayımlanan Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyet’ine: Nasıldı? Nasıl Oldu? adlı yayında geç Osmanlı İstanbul’u “köle imparatorluğu”, Ankara ise “hür Cumhuriyet’i” temsil ediyor. Sosyal ve psikolojik nedenlere gelirsek, yenilgiler ve işgaller toplumların hafızaları için travmatik olaylar.

Daniel: O dönemden günümüze ulaşan çok çeşitli ve zengin kaynakları düşünürsek, daha önceden bu konuya dair sergi yapılmaması çok şaşırtıcı. Neden yapılmadığını düşünmemiz gerekiyor.  Her ulus zaferlerini anmayı tercih ediyor. Ayrıca, işgal sırasında ve 1923 sonrasında, İstanbul’daki hükûmet ve yandaşları, Ankara tarafından hain ilan edildi. Bu bağlamda, erken Cumhuriyet’in siyasi atmosferine göre, İstanbullular bu dönemi unutmak ve anmamak istediler ki bu hiç şaşırtıcı değil. Şehrin işgali hakkındaki ilk akademik yazılar, örneğin Hüsnü Himmetoğlu’nun 1975’te çıkan Kurtuluş Savaşında İstanbul ve Yardımları, şehrin nüfusunun direnişe ve milli harekete desteğini vurgulayarak, İstanbul’un hikâyesini, ülke genelinde Kurtuluş Savaşı’nın hikâyesine entegre etmeye çabaladı.

meşgul şehir3
Karaköy’de geçit töreni yapan Britanyalı askerler.

Serginin hazırlık sürecinde en geniş bilgi, belge ve arşivle nerede karşılaştınız? Sergide genel manada hangi ülkelerden bilge, belge ve fotoğraflar sergilenmekte?

Daniel: Seçtiğimiz objelerin büyük kısmı İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nün geniş fotoğraf arşivinden geliyor. Türkiye’den kullandığımız diğer bir arşiv, Salt Araştırma koleksiyonu. Bunların yanında Fransız Savunma Arşivi, İngiliz Harbiye Müzesi ve mültecilere odaklanan Harvard Üniversitesi’ndeki Charles Claflin Davis Koleksiyonu yer alıyor. Yine İAE kütüphanesinden birkaç nadir eser de gösterdik. Örneğin, İngiliz Ticaret Odası tarafından yayımlanan ve genellikle şehrin kültürüne dair bir rehber görevi gören Constantinople Cameos adlı kitap ve Amerikalılar tarafından oldukça detaylı hazırlanmış, bir nevi sosyal araştırma kitabı diyebileceğimiz Constantinople To-Day. Diğer kitaplar ve dergiler, Atatürk Kitaplığı, Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi, Yunanistan İstanbul Başkonsolosluğu Sismanoglio Megaro Sakulidis Kütüphanesi ve Aras Yayıncılık’tan ödünç alındı. Arşiv belgelerimiz ise, Cumhurbaşkanlığı Osmanlı Arşivlerinde, Britanya Hariciye ve Harbiye Bakanlıklarında, Fransız Askeri ve Dışişleri arşivlerinde bulunuyor.

İstanbul, Birinci Dünya Savaşı sonrası işgale uğrayan tek başkent. Savaş sonrası imzalanan anlaşmalar Weimar’da Nazilerin yükselişine zemin hazırlarken Avusturya ve Macaristan’ın milli belleklerine kazınan toprak kayıplarına neden oldu. Büyük bir toprak kaybı yaşayan Osmanlı için de durum aynıydı fakat işgal, benzeri olmayan bir durumdu. İngiltere’nin öncülük ettiği bu işgalin başlangıç sürecine dair eldeki veriler ortaya nasıl bir sonuç çıkarıyor?

Daniel: İstanbul’un, Karadeniz ve Akdeniz bağlantı noktası olarak, stratejik pozisyonuna çok önem verildi. İngiltere için 1915’te Çanakkale’yi geçmemek ve Boğazlar’a girememek bu önemi daha da görünür hale getirmişti. İngilizler, Karadeniz ve Akdeniz arasında Boğazlar’ın kontrolünü, Sovyet Rusya’nın genişlemesini önlemek ve Bakü’den gelen petrol akışını devam ettirmek için gerekli görüyordu. Aynı zamanda, Osmanlı İmparatorluğu’nun başkentinin ve kalan topraklarının gelecekte nasıl bölüneceği ve kimin mandası altında kalacağını farklı İtilaf Devletleri anlaşarak kararlaştıramadı. Bu karar kesinleşene kadar İstanbul’u bir emanet olarak ellerinde tutmak istediler. Tabii ki Avusturya ve Almanya’da bir manda rejimi kurulması söz konusu değildi; Türkiye için bir manda tartışması vardı. Bu çelişkinin nedeni, küresel emperyalist sistemin farklı ırkları ve coğrafyaları farklı konumlamasıdır.

meşgul şehir4
Harington Kupası sırasında Zeki Rıza’nın (Sporel) Fenerbahçe adına Britanya karmasına attığı gol, 29 Haziran 1923.

İngilizlerin 16 Mart’ta karakol baskını gerçekleştirmesi, Fransız general d’Esperey’nin bir fatih edasıyla beyaz atı üzerinde İstiklâl Caddesi’nden resmi geçidi, işgal yıllarına dair hafızalara kazınan trajediler arasında. Bu yıkıcı durum karşısında İstanbulluların reaksiyonu nasıl gelişiyor?

Gizem: Evet, Şehzadebaşı Baskını ve Fransız Generali Franchet d’Esperey’nin İstanbul’a girişi, toplumsal hafızada güçlü izler bıraktı. Nazım Hikmet’in 1939’da hapishanedeyken yazmaya başladığı Kurtuluş Savaşı Destanı’ndaki (veya Kuvayi Milliye Destanı), “920’nin 16 Mart’ı” şiiri buna güzel bir örnek. Fakat şunu da eklemek isterim. Genel bilinenin aksine, Franchet d’Esperey’nin atı aslında beyaz değildir. Fransız generalini İstanbul’da at üstünde gösteren fotoğraflara bakarsanız, generalin atının gayet koyu bir renk olduğunu görebilirsiniz. Edhem Eldem’in bu konuya dair yazdığı iki makalesi var. Fransızca kaleme aldığı makalesinde, 1950 ve 2011 yılları arasında d’Esperey’nin atının yanlış bir şekilde beyaz olduğunu vurgulayan altmışa yakın tarih kitabının listesini verir. Edhem Hoca, “üstelik işin ilginci bu efsane, başka bir efsane olan Fatih’in beyaz at hikâyesine dayandırılmıştı” diye de devam eder. İstanbulluların reaksiyonlarına gelirsek, işgal 13 Kasım 1918 tarihinde birleşik Britanya, Fransa, İtalya ve Yunanistan filosunun İstanbul’a girişiyle başlıyor. Zırhlıların İstanbul’a girişi, toplumun pek çok kesiminde farklı duygulara, reaksiyonlara neden oluyor. Birinci Dünya Savaşı’ndan yeni ve yenik çıkmış, savaş yorgunu Osmanlı toplumu için işgalin ilk günleri, Amerikan Kız Koleji müdiresi Mary Mills Patrick’in daha sonra anılarında yazacağı gibi “ihtimallerle dolu”. Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesini takip eden aylarda, en azından basından takip edebildiğimiz üzere, savaş karşıtı duygular oldukça güçlü. İstanbullular, Birinci Dünya Savaşı’na, İttihat Terakki Cemiyeti’ne, cemiyetin savaş yıllarındaki otoriter yönetimine ve savaş suçlarına öfkeliler. Fakat işgale dair duygular beş yıl boyunca sürekli değişim ve dönüşüm içinde. Mayıs 1919’da İzmir’in işgali ve 16 Mart 1920 tarihinde, İstanbul’un resmi işgalinin bir parçası olarak yürütülen operasyonlardan biri olan ve Osmanlı askerlerinin ölümüyle sonuçlanan “Şehzadebaşı Baskını” ve daha başka dönüm noktaları, toplumun çeşitli kesimlerinde farklı duygulara, örgütlenmelere ve hareketlere de neden oluyor. Fransız generali Franchet d’Esperey’nin işgal altındaki İstanbul’a girişine dair en sert yazılardan birini sansür engelini aşarak Süleyman Nazif kaleme alıyor ve Hadisat gazetesinde 9 Şubat 1919 tarihinde “Kara bir Gün” başlığıyla yayımlıyor. Hatta bu yazıdan dolayı gazetenin yayımı bir süre durduruluyor. İşgal İstanbul’unda basın üzerinde sert denetimler uygulanıyor. Örneğin Şehzadebaşı baskınındaki ölümlerin ilk haberleri engelleniyor ve 17 ve 18 Mart’ta gazeteler makalelerin çıkarıldığını ilan ediyor. Ölü ve yaralıların fotoğrafları ilk defa 1921 yılında Galip Kemali Bey’in kitabı L’assassinat d’un peuple’de yayınlanıyor — biz bu kitabı sergimizde sergiliyoruz. Türkiye’de ise bu fotoğraflar ancak İtilaf Devletleri’nin şehirden ayrılmasından birkaç gün sonra, 5 Ekim 1923 tarihli Tevhid-i Efkâr’da yayımlanabiliyor.

Dönemin aydınları ve basını için de elbette bu işgal birinci gündem maddesi. 15 Mayıs 1919’da İzmir’in de işgaliyle birlikte meşgul şehir İstanbul’da büyük gösteriler düzenlenmişti. Aydınların tepkileri konusunda karşımıza ne gibi çarpıcı anekdotlar çıkıyor?

Gizem: İzmir’in işgaline karşı yapılan birçok miting var İstanbul’da: 18 Mayıs’ta Darülfünun, 19 Mayıs’ta Fatih, 20 Mayıs’ta Üsküdar, 22 Mayıs’ta Kadıköy, 23 ve 30 Mayıs’ta Sultanahmet’te. Bu mitinglerin en bilineni şüphesiz 23 Mayıs Sultanahmet mitingi. Biraz önce bahsettiğim İstanbulluların işgale dair değişen duyguları için, İzmir’in işgali önemli dönüm noktalarından. Daha öncesinde İstanbul’un çok etnikli aydınlarını kapsayan savaş karşıtı güçlü bir kamuoyu olduğundan bahsedebiliriz; İzmir’in ve Anadolu’nun işgali ile Türk Müslüman aydın kesiminde milliyetçi ve dini söylemler daha baskın hale geliyor.  Örneğin 13 Ocak 1920’de, İstanbul’un manda gücüne olası taksimini protesto etmeyi amaçlayan kitlesel bir gösteri düzenleniyor. Vakit gazetesi “İstanbul Türk’ün, Türk İstanbul’undur” başlıklı bir makale yayımlıyor. Konuşmacılar arasında kadın öğretmenlerin temsilcisi Nakiye Hanım (Elgün) da var, kendisi Osmanlı geçmişini, İslam’ı ve Türklüğü vurgulayan bir konuşma yapıyor.

Sergide hem yurt dışından hem de İstanbul basınından dikkat çekici gazete küpürleri yer alıyor. Bu noktada özellikle yabancı basın nasıl bir söylem geliştirmiş?

Daniel: Batının tüm önemli gazeteleri İstanbul’a muhabirlerini yolladı. Aralarında eski İngiliz Dışişleri Bakanlığı memuru Arnold Toynbee (The Guardian), ünlü yazar Ernest Hemingway (Toronto Daily Star), eski istihbarat subayı Philip Percival Graves (The Times) ve Kasım 1918’de Pera Palas otelinde Mustafa Kemal ile mülakat yapan George Ward Price (The Daily Mail) şehre geldiler ve sonradan hatıratlar da yazdılar. Bunların çoğu Britanya’nın Türkiye politikasını eleştirdi ve 1922 krizinde Fransız ve İngiliz basını milli hareket ile savaş çıkmasına karşı önemli bir baskı uyguladı.  Osmanlı basınına gelince, çok hareketli ve verimli bir dönemdi. İttihatçıların sansür rejimi kaldırılınca, Osmanlı İmparatorluğu’nun her dilinde çok fazla yeni yayın çıkmaya başladı. Ama bu gazeteler yeni hükûmetin ve işgalci güçlerin kaygılarına göre sansürle karşılaştılar. Sebilürreşad gibi bazı önemli gazeteler şehri terk edip Ankara’ya geçti. İstanbul’da kalanların çoğu 1923’ten sonra kapanmak zorunda kaldılar.

meşgul şehir5

İşgal pek çok tezatı bir araya getiriyor. Canlı bir eğlence hayatının yanda, Rusya’dan gelen büyük göçler ve salgınlar yaşanıyor. Bu göçlerin sosyal yaşantıya bıraktığı izler hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Gizem: Evet, işgal pek çok tezatı bir araya getiriyor. Sergi metnimizde de vurguladığımız gibi, İstanbul sadece siyasal açıdan değil, toplumsal ve kültürel açılardan da sürekli bir hareket ve devinim içinde. 1918 ve 1923 yılları arasında on binlerce mülteci, daha öncesinde Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul’a sığınmış çok miktarda mülteciye katılıyor. İstanbul bir mülteciler şehri haline geliyor. En büyük mülteci grubunu Sovyet devriminden ve akabindeki iç savaştan kaçan Ruslar oluşturuyor. Bu mültecilerin çoğu ne yazık ki sokaklarda, barakalarda ve ibadet yerlerinde yoksunluk ve yoksulluk içinde barınıyorlar. Savaş yorgunu olan İstanbul, İspanyol gribi, kolera, tifüs gibi pek çok salgın hastalık ve ciddi bir ekonomik yıkım ile de karşı karşıya. Sergimizde de belirttiğimiz gibi, tüm zorlukların ortasında İstanbullular yaşam kalitesini ve başkalarının hayatlarını iyileştirmek için çabalamaya devam ediyor. Güçlü bir sivil toplum refleksi oluşuyor. Hilal-i Ahmer Cemiyeti, Ermeni Yardım Heyeti, Yakındoğu Amerikan Yardım Heyeti gibi kuruluşlar sosyal yaşamı çok daha nitelikli bir hale getirmek için örgütleniyor. Mültecilere, yoksullara, savaş yetimlerine ve gazilere para toplamak için tüm şehirde sergilerden konserlere pek çok etkinlik düzenleniyor. Bu kuruluşlar dışında mültecilerin kendileri de oldukça aktif ve yaratıcı: edebiyat, tiyatro, müzik, resim, yemek kültürü gibi pek çok alanda, şehrin ekonomik ve sosyal hayatına katkı sağlıyor.

Dikkat çekici bir diğer konu da beş yıllık işgal sürecinin yasakları. İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harrington imzalı sert cezalar içeren bildiri ne şekilde uygulanıyor? Bu dönemde ne gibi yasaklar söz konusu?

Daniel: İstanbul’un asayişinden hem Osmanlı polis ve jandarması hem de İtilaf Devletleri’nin orduları sorumluydu. 16 Mart 1920’de, resmi işgalin ardından sıkı yönetim ilan edildi. İtilaf ordularını tehdit eden ya da onlara engel olan herhangi bir icraat, protesto veya eylem yasaklandı. Askeri kanun sivil halka uygulanıyordu; İngiliz, Fransız ve İtalyan subaylarının küçük para cezaları ve kısa süreli hapis cezaları verme yetkisi vardı. Bazen yazılı tutanak olmadan şüpheliler cezalandırılıyordu. Halkı silahsızlandırmak amacıyla siviller kişisel silahlarını teslim etmek zorundaydı. Birçok yasak gündelik hayatı da etkiledi. Restoranlar, birahaneler, gazinolar, tiyatro ve sinemalar belli bir saatte (önceleri gece saat 10’da, sonraları gece yarısında) kapanmak zorundaydı. Yeni sanitasyon ve trafik kuralları da uygulanmaya başlandı.

Yasakların uygulanması konusunda en tavizsiz davrananların İngilizler olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu süreçte işgal kuvveti ülkelerin askerleriyle yerel halkın ilişkisi nasıl?

Daniel: Bu konuda işgalci ülkeleri kıyaslamak çok kolay değil, çünkü hepsi farklı bir şekilde İstanbul’daki faaliyetlerini belgelediler. Polis meselesine gelince, Fransa Britanya’dan çok daha detaylı bir arşiv tuttu mesela. Yerel sivil insanlarla yabancı askerler çeşitli ilişkiler kurdular İstanbul’da. İtilaf kuvvetleri askerleri, zor ekonomik şartlar altında yaşayan esnafın, eğlence mekânı sahiplerinin, müzisyenlerin ve artistlerin önemli müşterileri oldu. Bazı askerler yerli kadınlarla bile evlendi. Ama aynı zamanda askerlerin şiddet ve suç davranışlarına da tanık oluyoruz, özellikle alkolün etkisi altında. Belgelerde kavga, hırsızlık ve tecavüz gibi suçlar konusunda pek çok şikâyete denk geliyoruz ama dönemin siyasi ve hukuki şartları, suçlu askerlerin yakalanmasına ve yargılanmasına büyük bir engel oluşturuyordu.

Rusya’dan, Rumeli’den, Anadolu’dan gelen göçlerin dışında işgal kuvvetlerinin sömürgelerinden de binlerce asker bu süreçte İstanbul’daydı. Bu beş yıllık işgalde İstanbul’a hangi coğrafyalardan insanlar asker olarak gelmişti?

Daniel: 1918 yılında şehre geldiklerinde Britanya ve Fransa dünyanın en büyük iki emperyalist ülkesiydi ve askerleri de bu statüyü yansıtıyordu. Avrupalı askerlerin yanında Cezayir’den, Fransız Batı Afrika’sından, Fransız Hindiçin’inden ve Hindistan’dan askerler ve alaylar İstanbul’a geldi. Mısırlı ve Makedonyalı amele taburları da şehre getirilmişti. Bu Afrikalı ve Asyalı askerler, İstanbulluların algısında büyük bir etki yarattı ve hem şehrin sakinleri hem de Avrupalı askerler tarafından pek çok kez ırkçılığa maruz kaldılar.

Serginin de görselinde yer alan yol tabelasının çok dilliliği dikkat çekiyor. Osmanlı, yapısı itibarıyla çok dilli bir devlet olsa da resmi evraklarda ülkede konuşulan dillere yer veriliyordu. Ancak işgal döneminde o yıllar için henüz lingua franca sayılmayan İngilizcenin de yer aldığını görüyoruz. Resmi belgelerde ve diğer yazılı içeriklerde istisnasız bu uygulamayı görmek mümkün mü?

Daniel: O dönemde araç kullananların sayısı çok azdı ve araçların büyük bir kısmı İtilaf devletlerinin subayları ve askerlerine ait olduğu için onların anlayacağı dillerde levhalar hazırlamak mantıklıydı. Fotoğraftaki gibi sokak levhalarının yazıları birçok farklı dilde hazırlandı. En sık Yunanca, Ermenice, Osmanlıca ve Fransızca görüyoruz ama şehre gelen mültecilerin artışıyla Rusça da görmeye başlıyoruz. Genelde İtilaf devletlerinin temsilcileri ve Osmanlı hükûmeti arasındaki iletişim Fransızca dilinde oluyordu. İtilaf devletlerinin ortak kuruluşlarının tutanakları ise ya İngilizce ya da Fransızca tutuluyordu.

meşgul şehir6
Talimhane’de askeri geçit töreni.

İşgal süresince işçi grevleri de karşımıza çıkıyor. Bu süreçte ekonomik anlamda İstanbulluların durumunu nasıl özetleyebiliriz?

Gizem: İşgal İstanbul’unda örgütlü ve güçlü bir işçi hareketine tanık oluyoruz. Bunun birkaç nedeni var. Öncelikle, İttihat Terakki hükûmetinin baskıcı ve otoriter siyasal iktidarında (1913-1918), işçi hareketleri oldukça zayıflıyor. 1918 sonbaharında, İttihat ve Terakki’nin iktidardan düşmesi üzerine, genel olarak sosyalist oluşumlar yeniden canlanıyor. Onun dışında, Sovyet devrimi ve Birinci Dünya Savaşı sonrası görülen uluslararası işçi hareketlerinden de ilham alınıyor ve sosyalist siyaset yeniden canlanıyor şehirde. Ayrıca işçiler, tüm halk gibi, yüksek enflasyondan muzdarip. Osmanlı devleti, Birinci Dünya Savaşı sırasında ekonomik olarak en fazla darbe alan ülkelerden. Örneğin, temel malların maliyetinde Temmuz 1914 ve Ekim 1920 arasında yüzde 1510 artış var. Bir yandan işgal kuvvetleri askerlerinin kısa sürede yaptığı harcamalar, konserlerin, sergilerin, tiyatroların mülteciler için önemli bir gelir kaynağı haline gelmesi, diğer yandan ulusal ve uluslararası ekonomik iyileştirme çabaları, İstanbul’a ve sakinlerine ekonomik anlamda olanaklar sağlıyor. Ama elbette ekonomik olarak oldukça zor bir dönem.

İşgal döneminde “Bu da geçer ya Hu” ve sonrasında da “Gel, keyfim gel” yazılı hatlar büyük ilgi görüyor. Bu sürecin sanat-toplum ilişkisinde ne gibi yansımaları oluyor?

Gizem: Biz sergimizde Mehmed Necmeddin’in (Okyay) ebru üzerine celi talik ile yazdığı “Gel Keyfim Gel” hat levhasına yer veriyoruz. Necmeddin Efendi bu hat levhasını 1923 yılında (Hicri 1341), İtilaf Devletleri’nin İstanbul’dan ayrılışını kutlamak için hazırlıyor. “Bu da geçer ya hu” hat levhasını ise İsmail Hakkı (Altunbezer) aslında Birinci Dünya Savaşı’nın son zamanlarında hazırlıyor. Çünkü “bu da geçer ya hu” hat levhasının üzerindeki tarih 1336 (Hicri), bu da en erken Eylül/Ekim 1917 veya en geç Eylül/Ekim 1918’e tekabül ediyor. Ama elbette “bu da geçer” işgal döneminde kullanılan bir söz. Halide Edip anılarında (Türk’ün Ateşle İmtihanı: İstiklal Savaşı Hatıraları) İtilaf kuvvetlerinin Boğaziçi’ndeki donanmalarının önünden geçerken, bir kadının elini tutup “bu da geçer” dediğini yazar. İşgal, İstanbul’daki sanat dünyasını hem canlandırıyor hem de sınırlıyor. Örneğin 1920 yılında İtalyanlar, Sanayi-i Nefise Mektebi’nin Divanyolu’ndaki yerleşkesine el koyuyor. Diğer yandan, aralarında pek çok sanatçının ve önemli hamilerin de bulunduğu mültecilerin gelmesiyle İstanbul’daki sanat dünyası oldukça hareketleniyor. Klasik müzik hem Osmanlılar hem de devrim Rusya’sından gelen müzisyenler ile gelişiyor; yeni müzik türleri, özellikle de caz, Taksim Meydanı’nda kurulan Maxim gibi kulüplerde popüler hale geliyor. Resim sanatı da düzenlenen sergilerle oldukça canlanıyor. İlki 1916 yılında düzenlenen Galatasaraylılar Yurdu sergileri devam ediyor, Osmanlı ve Rus tebaasından olan Ermeni ressamlar sergiler açıyor, Rus Ressamlar Birliği pek çok sergi düzenliyor. Bu uluslararası dönem sırasında sanatçılar yeni ilişkiler ve dostluklar da kuruyor.

6 Ekim 1923 işgalin resmen sona erdiği ve Ankara’dan gelen Türk askerlerinin İstanbul’a girdiği gün olarak kayıtlara geçiyor. 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması’nın imzalanması İstanbul’da nasıl karşılanıyor?

Daniel: Lozan müzakereleri basında yakından takip ediliyor ve eleştiriliyordu. En çok tartışılan noktalardan biri de Lozan’ın, İstanbulluların hayatında nasıl bir etkisinin olacağı idi. Yerel Hristiyanların mübadeleden muaf olup olmayacağı kesin değildi. Yabancı uyrukluların İstanbul’da nasıl bir kanuni koruma altında yaşamaya devam edeceği de bilinmiyordu. Müzakerelerde başarılı bir sonuca ulaşılmasaydı yeniden savaş çıkması da bir ihtimaldi. Bu belirsizliği sonlandırdığı için Lozan Antlaşması’nın imzalanması bir sulh bayramı olarak ilan edildi. İsmet Paşa, İstanbul’a dönüşünde kutlamalarla karşılandı. Şehrin tahliyesi ve şekli belirlenince, işgal orduları ve Ankara temsilcileri arasındaki gerginlik de azaldı.

Bu konuda daha fazla araştırma yapmak isteyenler mutlaka olacaktır. Onlara önereceğiniz bir yol ve kaynaklar var mı?

Daniel: Bu konuda çalışmak isteyenleri, Gizem ile birlikte hazırladığımız A Bibliography of Armistice-Era Istanbul, 1918-1923 (Mütareke Dönemi İstanbul’u Bibliyografyası, 1918-1923) kitabına bakmaya davet ederiz. Elbette, döneme dair çok zengin belgelerin ve tanıklıkların olduğunu düşünürsek, gözden kaçırdığımız kaynakların olması muhtemel.

Gizem: Daniel’ın da bahsettiği bibliyografyamız, işgal İstanbul’unda üretilmiş ve kentin bu dönemdeki tarihi ile ilgili farklı dillerde yaklaşık 1400 birincil ve ikincil kaynağı bir araya getiriyor. Ayrıca son yıllarda yurtdışında ve Türkiye’de çeşitli üniversite ve kurumlarda işgal İstanbul’una dair önemli konferanslar ve atölyeler düzenlendi. Bu değerli çalışmaların, sergimizle beraber, işgal altındaki İstanbul’un tarihi için yeni okumalara ve araştırmalara ilham olmasını umut ediyoruz.